Fehmi Çalmuk

Allah'ın Gazabı Geliyor Gelmekte Olan Tehlike

Fehmi Çalmuk

Aşağıdaki satırları bir süredir yazıp yazmamakta tereddütüm vardı. Seçim öncesi ve sonrası gelişen olayları değerlendirme düşüncesinde hep gidip geldim. En son merhum Hasan Bitmez’in Filistin ile ilgili “Allah’ın gazabı ikazını hatırlatıp Meclis kürsüsünde kalp krizi geçirmesine “Allah’ın gazabı” denilince ne oluyoruz, nereye gidiyoruz demenin vakti geldiğine karar verdim.

Ömrünü siyasal İslamcılıkla geçirmiş Faruk Koca’nın bir yumrukla yol arkadaşları tarafından defterinin dürülmesini de bu olaya eklenince “Allah’ın gazabı”nı birbirlerine karşı tehdit unsuru kullanan Müslümanların halini,, hele hele aynı camianın içinden filizlenen dal budak salıp farklı siyasi hareketlerde aynı hedefe yöneldiklerini belirtenlerin birbirine karşı “gazap yarışı” serüvenini görünce “taşı gediğine koymak” bize kaldı.

Rahmet peygamberinin ümmeti birbirine rahmet dilemektense, kendini “azabın sahibinin” yerine koyarak ahkam verir oldu. Bilin, ki,bilmelisiniz ki; Siyonistler Gazze toprağını bombalarla  işgal ederken beyinlerimizi “şuurumuzu” bombalamış durumda. Enkaz altında kalanların yapacağı birbirine düşmek değil, Hakk’ı ve sabrı tavsiye etmek olmalı iken bazıları içindeki  islah olmamış, kisvelenmiş “ceberrut ruhu” yaşamakta ve yaşatmaktadır.
 
Geçenlerde vefat eden Beyşehir İmam Hatip öğretmenlerinden yiğit Yusuf Güneş hocamın ifadesiyle “somun mücahitleri” için sahne açılmıştır.

Mücahitlik kavramının mana itibariyle yemeğin içindeki tuz, biber gibi kullanıldığı şu günlerde ısrarla ve inadına sağına soluna bakmadan, bahanelere sarılmadan, lüks evlerin, yatların, konakların içinde bir unvan olarak kullanmanın Necip Fazıl’ın tabiriyle “marka Müslümanlığı”ndan öte bir anlam taşımadığının tartışıldığını görüyoruz.

Dünyada zulüm kalkıp hak ve adalet hâkim oluncaya kadar mücadele edilmesine ve Allah’ın adalet üzere bir hayatı emretmesine aldırış etmeyenlerin son zamanlarda sarıldığı “bulunmaz Hint kumaşı” Milli Görüş değil midir? 

1980 darbesinden sonra hem sağda hem de seçimlerde sol siyasette de kendine zemin ve referans bulma gayretinin yegâne limanı “Milli Görüş” olmamış mıdır?
Evet olmuştur. Elbette ki “Milli Görüş” tabiri, 163. madde zulmü altında inim inim  inlenildiği bir dönemde kuş dili konuşmanın karşılığıydı. Yoksa Nizam-ı Âlem ülküsü, İlay-ı Kelimetullah hedefi, Milli Görüş tabiriyle ile sınırlı değildir. 

Siyonistlerin, Hristiyan Siyonistlerin “dini hayat üzerinden” Türkiye’ye abandığı 28 Şubat, bugün Filistin topraklarının üzerinden geçen tanklar gibi temel dayanaklarımızı ezdi geçti. Bunu; dini referansı olan ve dinlere toleranslı görünen bir cemaat üzerinden yaptılar/yapıyorlar ki halen etkisi de yetkisi de sürüyor.

O dönemde; gözlerini ilk önce hareketin liderine diktiler. CIA’nın “en tehlikeli lider” olarak raporladığı Cennetmekân Erbakan’ı diri diri mezara gömer gibi evde zindana mahkûm ettiler. Zindan yerine ev hapsine geçebilmek için “eski başbakan” olduğuna bakılmadan iki büklüm tekerlekli sandalyede hastane kapılarında heyet raporu bekleyen gözlerini unutamıyorum Rahmetlinin. Milli Görüşü tasfiye etmek isteyen odaklar, İmralı’daki terörist başına bahşedilen konforun aksine siyasiler; başhekimlere telefon ettirerek “sakın ha rapor vermeyeceksiniz” talimatı verdirmekte, siyasilerin o gün etrafında kümelenmiş ve 1950’lerden bu yana özel olarak yetiştirilmiş, korunmuş uyuyan hücre durumundaki cemaat yapılanmasının “altın neslin Türkiye’si”ne zemin hazırlamaktaydı.
 
Bugün bile siyasilerin sağlam liman olarak sığındıkları “Milli Görüş”e ne taraftan bakarsanız bakın, ne taraftan okursanız okuyun yeni bir imtihanın arifesindedir. 

Yapılan son seçimlerin kazanan tarafı da Milli Görüş geleneği olmuştur. Millet İttifakı içindeki Saadet, Deva ve Gelecek partileri ile Cumhur ittifakı içindeki AK Parti, Yeniden Refah ve HÜDAPAR partileri içindeki milli görüşçü vekilleri dikkate aldığımızda sayı oldukça kabarıktır. Ak Parti içinde vekiller ile “bahar bir çiçekle başlar” diyen cennetmekân Erbakan’ın gençleri, delikanlıları, ak saçlıları, yeni olduğu kadar çetin bir imtihanla var olma mücadelesi verecektir. Konuyu biraz açalım:

Marka Müslümanları
Gazze’de yaşanan zulümler, bunun karşısında Müslümanların imtihanı… Nasıl bir sınıf mücadelesine, ardından da kavgasına döneceğinin işaretlerini vermektedir ki; “geliyor gelmekte olan tehlike” budur. (Bu konuya yazımın ilerleyen bölümünde tekrar döneceğim)

Milli Görüş, İslami kesim olarak değerlendireceğimiz genel dairenin içinde siyasi bir hedef doğrultusunda aksiyon içinde olan gurubun adıdır. Bu hareket, başladığı ilk günden itibaren diğer İslami gruplar ile etkileşim içinde olmuş, hatta zaman zaman çekişmelerin pik yaptığı ve kıyasıya mücadelelerin yaşandığı bir hal bile almıştı. Milli Mücadeleciler, Ülkücüler, Nurcular, Süleymancılar, tarikat çevreleri ve Siyasal İslamcılar ile bu mücadele sürüp gitmektedir. Bu mücadele, kimi zaman emperyalist güçlerin ipleri eline geçirip kurguladığı sokak kavgalarına dahi ulaşmıştır. 

“Kahrolsun ABD, kahrolsun Siyonizm” sloganlarını duyar olduk da birçok İslami camianın içinde örgütlenme başarısını gösteren derin İngiliz aklına “Kahrolsun İngiltere” sloganı atılmamıştır. Mesala; neden? Türkiye’ye yönelik tehdit olarak algılanan Cemalettin Kaplan olayında Almanya’dan söz bile edilmemiştir, neden?

Öyle demiyor muydu Necip Fazıl Kısakürek?

“Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!' diyecek ve gerçek Müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her hâliyle gösterecek bir gençlik...”

Gençlik ya bizim gençlik. İslamcı gençlik, İslami hareketin gençliği… Marka Müslümanları haline dönen bir gençlik… 
(Cennetmekân Erbakan Hocamın dediği gibi şuur düsturuyla saf saf olmuş, Anadolu’nun dehlizlerinde, bozkırlarında, Afrika’nın çöllerinde hayra çağıranları, tasavvuf hareketlerini, STK’ları elbette ki istisna kılıyoruz.) 

Son zamanlarda giderek seküler anlayışa mahkûm ve mağlup olmuş; LGBT hareketlerini bile sıradan görecek hale gelmiş, birlikte yaşama kültürünü, popüler kültür içinde eriyip gitmek olarak anlayan, aralarındaki eşcinsel eğilimleri bile mazur görecek hale gelen, İsviçre’nin göbeğinde yakılan Kur’an sayfaları için kılını kıpırdatmayarak “umursamama hakkını kullanan” gençlikten bahsetmek gerekirse kimileri tarafından tiksinti duyulacak hale gelmiş bir durumdadır. 

Türkiye’de “Cuma namazı çıkışlarında protestolar neden olmuyor?” sorusunu soranlar İslami camianın elinde “Kudüs/Filistin” sorunu kadar politize olmuş bir sorunun kalmadığını kabul etmek zorundalar. (Bunda bile samimiyet testinden sınıfta kaldığımız tescil edilmiştir. “Kahrolsun İsrail” sloganıyla bir iki miting, birkaç eylem…)

Ayasofya açılmış, İmam Hatip müfredatı genele teşmil edilmiş, başörtüsü sorunu çözülmüş, kamuda kılık kıyafet serbestliği getirilmiş olmasını unutmamak gerekir. Bir dönem MTTB’nin “Kahrolsun Bürokrasi” sloganlarıyla miting düzenlediğini de belirtmek isterim. 

Ancak İslami kesimi bugün hiçbir sosyal ve ekonomik talep için meydanlarda göremezsiniz. Politik duruş, olayları bu gözle görmek ister istemez, kitleleri duyarsız olduğu kadar pasifize etmiş durumdadır. 

Dönelim konumuza:

Milli Görüş’ün önde gelen isimlerinden Kahramanmaraşlı Yüksek Mühendis Cuma Tahiroğlu’nun sözlerini ilk duyduğumuzda garibimize gitse de (Teşbihte hata olmaz)  bu günlerde yüzleşeceğimizi düşünmez idik: 
-“MSP’nin kızı baba evinden kaçınca baba evine geri dönemez, pavyona düşer”   

Hâl öyle bir hâl aldı ki; söylenenlere bakılırsa pavyon işletmecisinin parti yöneticiliğine soyunduğu, LGBT karşıtlığıyla siyaset yapanların partilerine “eşcinsel vekil” seçtirerek ödüllendirildiği, insanların gözlerinin içine baka baka “Ne yapalım cinsel tercihi” diyerek gay olan evladını makamlarda yükselttiği bir anlayış içine girilmiş ki; kendimizi “yazık ki binlerce yazık” demekten alamıyoruz.

Bunlar ne yazık ki bu camiada duyuluyor, konuşuluyor. 

İslami camiada erkeklerin, eşlerinin ve kızlarının işgali altında kaldığını unuttuğumu sanmayın. İşgal ki “ver kurtul, al kurtul” kabilinden kurtulunacak bir işgal değildir. 

Sheraton’da Oda Tut, Ayakkabıları Kapı Önüne Çıkar

Şimdilerde kendilerini “İslamcı, muhafazakâr, Milli Görüşçü” diye tanımlayanlar, bir dönem laikçilerin ve halen de sürdürdükleri “mahalle baskısı”nı Müslümanlara karşı uyguluyor. Politik bakış bir yana ekonomik üstünlükleri, onları kendileri gibi yaşamayanlara karşı baskı uygulamalarını haklı görmelerine neden oluyor. Hani derler ya “halen bıraktığımız yerde otluyorsunuz” diye. Bu gibi sözleri, içinden geldikleri mahallenin sakinlerine söyleyerek merhametsizlik damarlarını çatlatıyorlar. Hem de kendileri gibi yaşamayan ve giyinmeyenleri köylülükle itham edenler, Sheraton’da oda tutup ayakkabılarını kapı önüne çıkarmaktan da vazgeçmiyorlar. 

Vatan, bayrak, millet kavramını halen göğsünde kutsal bir emanet gibi taşıyan insanlara küçümseyici bakışları var ki bunu en son 15 Temmuz gecesi görmüştük. Tankların önüne yatan, kurşunlara çiçek bahçesine koşar gibi kucak açan insanlar şehadet şerbetini içerken, olay yerlerine gece 03.00’ten sonra lüks araçlarıyla gelerek fotoğraf çekip sosyal medya hesaplarından paylaşanlar olmadı mı?

Seküler kesimin o tiksintili gözleriyle bakmalarına alıştık da, ya bu İslami camianın mahalle baskısına ne demeli?

Mahalle baskısı öyle bir hal aldı ki; giyimlerini üstünlük aracını kullandılar ilkin. Pahalı otomobillerinin anahtarlarını, hatta saatini insanın gözüne sokan, İtalya’dan aldığı takım elbisesinin etiketini kartviziti yapan, “geçen hafta Avrupa’nın şu ülkesindeydim” diye neredeyse biniş kartını her an gösterebilmek için cebinde taşıyan muhafazakâr erkeklerin, pahalı başörtüsünün markasını fiyat etiketiyle birlikte örtecek kadar kendinden geçen, markalı gözlüğünü başörtüsünün üzerinde inadına taşıyan muhafazakâr kadınların parayla, malla, mülk ile yaptıkları mahalle basksı değil de nedir?  

Daha dün “Tv dizilerinde başörtülü kadınları neden göstermiyorlar?” diye sorarken dizilerde rol model kadınların haline bakar mısınız? Her türlü rezillik diz boyu. Kızılcık şerbeti diye kan kusturuyorlar. Şimdi start verilen Kızıl Goncalar filmiyle icat edildi ki Müslümanlarının mahremine, mabedine, karıncayı incitmeme  özü üzerine kurulu  tasavvuf hareketlerine “vurun abalıya” psikolojik harekatlarını yapacaklar.   

Ya sosyal örtülü medya fenomenlerinin bozuk para gibi harcadıkları bu kadar birikim, mücadele nereye konuluyor? 

Bunlara oturdukları evlerini, yemek yedikleri lokantaları, üç sıfırlı dolarla aldıkları purolarını saymadım. Çocuklarını yazın Kur’an kursuna gönderme adeti, şimdilerde yerini yaz okullarına bıraktı. Kurban kesme ibadetini vekâletle yaptırmalarına, namaz kılma ibadetini vakitleri kısaltıp yapmalarına, Erbakan’ın laiklik karşıtlığının odağı olma suçundan kaç tane partisinin kapatılmasına neden olan, neredeyse bir ömür verdiği İmam Hatipleri fakir fukara, garip gureba okulu saymalarına, başörtüsünü fularla harmanlayarak giyinmelerine daha değinmedim.

Küreselleşmenin  etkisiyle dijitalleşme bizim derdimizi, tebliğ metodolojisinin daha iyi anlatmada bayük bir kozumuz olabilirdi. Biz dijitalleşmeyi dünyevileşme ile birlikte sekülerleşme enstürmanı olarak kullandık.   

Hâlbuki fakir Müslüman ter döker, “beka” diye oy verir. 15 Temmuz’da olduğu gibi seve seve de can verir. Zengin İslamcı bedel verir başköşeye kurulur. Bir de demez mi “Ne olacak bu Müslümanların hali?” diye.

YARIN: Allah'ın Gazabı Geliyor Gelmekte Olan Tehlike-2 Kum Torbasıyla Kim Bizi Terbiye Etti?

Yazarın Diğer Yazıları